12 Aralık 2012 Çarşamba

Bir maratoncunun doğuşu...

 
Günümüzde teknoloji nedeniyle -ya da sayesinde mi demek lazım?- yaşamakta olduğumuz hayatın,  içinde hapis olduğumuz bu modern görünümlü ama ilkel bedenlerin aslında yaşaması gereken hayatla hiç bir alakası kalmamış olduğu hepinizin malumudur. Kimimiz için bu hayat her anlamda tatmin edici iken, kimimiz için de tanımlanamayan yoksunluklar, huzursuzluklar ile doludur.

Farkındalık garip bir şey... İnsanlar kendilerini huzursuz eden şeylerin genelde farkında ama tuhaf bir şekilde huzursuzluğu bitirmek için hiç bir şey yapmıyorlar veya adeta yapmış olmak için yapılan, kendini kandırmaktan öteye gitmeyen saçma sapan yöntemler deniyorlar. Bahsettiğim huzursuzlukların liste başını sigara içmek, çok yemek ve spor yapmamak çekiyor. Hani evrimi sembolize eden ve maymundan başlayıp modern insana giden meşhur çizim vardır ya... O adamı en son bir masaya oturtmak, eline sigara verip önündeki tabakları dağ gibi doldurup, yağ dolu göbeğini kaşırken resmetmek lazım :-)

Bu da olur :-)

Hepimiz insanız ve hata yapmak, ne yazık ki, bizim öğrenme biçimimiz... Doğadaki bazı canlılar gibi jenerasyon içi edinilen tecrübeler yeni jenerasyonlara genler aracılığı ile aktarılsa ne güzel olurdu... Düşünsenize, babanız siz doğmadan önce bronzlaşmak uğruna bütün gün güneşin altında yatmaktan hastanelik olmuş ve siz bunu otomatik olarak biliyor, o acıyı hatırlıyor ve asla aynı hatayı tekrarlamıyorsunuz... Ama ne yazık ki böyle değil... Hata yapmadan öğrenemiyoruz... Ben de sizlerden biriyim... Bir zamanlar sigara içer, çok yemekle övünür ve asla spor yapmazdım. Taaa ki bir gün Trigliserid seviyemin anormal yüksek olduğunu öğrenene kadar... O gün tokat yemiş gibi oldum. İlk defa yaşımın ilerlediğinin ve benim de diğer insanlar gibi şeker, kolesterol sorunu yaşama olasılığım olduğunun resmi işaretiyle karşılaşmıştım. Hani öyledir ya. Olumsuz hiç bir şeyi kendimize kondurmayız... Biz mükemmeliz ya... :-)

Kısa sürede Trigliserid'in neden yükseldiğini, nasıl düşürülebileceğini internetten öğrendim. Yaşasın teknoloji :-))) Önce beslenme alışkanlıklarımı değiştirmeliydim... Zaten 1.83 cm boyla 96 kilo olmanın rahatsızlığını yaşamakta ama herkes gibi pek bir şey yapmamaktaydım... Bakkala bile motosikletle gidiyordum... Değil spor yapmak, yürümek bile en fazla ofis ile otopark arasındaki mesafede gerçekleşiyordu. Kahrolsun teknoloji :-)

İşe beslenme ile başladım... Yemek neydi? Ne değildi? Ne kadar yemeliydim? Hepsini düşünmeye başladım. Yemek hobi miydi? Zevk miydi? Yaşama nedeni miydi? Gereklilik miydi? Yanıt tabi ki gereklilik olacaktı... Konuşmak, çalışmak, üretmek, hareket etmek için enerjiye ihtiyacımız vardı. Ve bu enerjiyi yiyeceklerden başka hiç bir şeyden elde edemiyorduk. Adeta içimizde bir reaktör var ve içine atılan her şeyi moleküllerine ayırıp açığa çıkan enerjiyi sisteme gönderiyor. Mesele sadece enerji elde etmek miydi? Haaayır... öyle olsa yerdik şekeri olurdu biterdi. Bu reaksiyonda enerjinin yanında vücudumuzun ihtiyaç duyduğu yapı taşlarını da sağlamalıydık. Proteinler, mineraller, vitaminler vs... İş git gide karmaşıklaşıyor gibi... Ama aslında değil... Proteinler basitçe, et, tavuk, balık ve çeşitli bitkisel kaynaklar, fasulye, nohut gibi... Mineraller ve vitaminler ise sebze ve meyvede bol bol var... Enerji için de karbonhidrat aldık mı iş bitti... Tek sorun kaldı... Ne kadar? Doyana kadar mı? Yetecek kadar mı? Annelerimizin, teyzelerimizin veya ananelerimizin hep sorduğu bir soru var. Bu soru konuşmayı yeni öğrendiğimiz günden beri soruldu. Dünyanın en çok sorulan sorularından biridir herhalde... "Doydun mu?" Doymak... ya da Doymamak... İşte bütün mesele bu... :-) Doymak dediğimiz şey hemen sofrada hissedilmesi gereken bir şey mi? Yeterince yediğimizin işareti mi? Haaaayırrrr... Doymak reaktörümüzün yani midemizin içinin dolduğunun işaretinden başka bir şey değildir... Sofradan doyarak kalkmak arzusu bilinç altımızdaki "Doydun mu?" sorusuna yanıt aramamızın bir sonucudur. Bu duygu sonsuza kadar rafa kaldırılması gereken bütün kötülüklerin anasıdır... Ana deyince aklıma geldi. İstemeden bize bu duyguyu aşılayanların da bizi en çok sevenler olması ne garip bir ikilemdir...

Neyse... Bu konuda daha fazla detaya girmeyeceğim... Çeşitli kabul görmüş beslenme prensiplerini değerlendirip hesaplamaları yaptıktan sonra kendime ofis ortamında uygulanabilir bir günlük beslenme programı yazdım ve uygulamaya başladım. Günlük toplam tüketimim daha önceki günlük toplam tüketimimden fazla olacaktı... Ama gün içine dağılacaktı. 6 öğün... 4 Aralık'ta başladım. 15 Ocak'ta kilom 82'ye düşmüştü... Hiç aç kalmadan, hiç zorluk çekmeden 14 kilo... Bu bir diyet değil... Bir yaşam biçimi... Üzerinden seneler geçti ve ben hala aynı prensipler çerçevesinde besleniyorum...

3 Sene kilom sabit kaldı. Hiç kilo almadan ve ne yazık ki hiç spor yapmadan... İçimde barındırdığım huzursuzluklardan birinden kurtulmuştum ama diğeri duruyordu. Aaaaaaa bu arada, o sıralarda abarttığım sigarayı da sadece içki masası ve açık hava cafelerde kahve yanında şeklinde sınırlamıştım... Bu da 3 senedir başarıyla devam ediyordu. İçimdeki huzursuzlukların ikisi gitmiş biri kalmıştı... Arkadaşımın 3 yaşında kızının kucağıma aldım diye günlerce sırt kaslarımın ağrıması, kahvaltıya başlarken ekmeğin bitmiş olduğunu fark edip 40 mt uzaktaki bakkala koştum diye günlerce bacak kaslarımın ağrıması kadar berbat bir duygu yoktu. Bundan da kurtuluşumun ateşini eşim yaktı. Bir gün kilo aldığı için sığmadığı bir pantolon yüzünden ağlayınca spora başlamaktan başka bir çaremiz kalmamıştı... Sonunda ana konuya yaklaşabildim :-))))) Az kaldı dayanın...

Şanslıydık çünkü İstanbul'un en güzel yürüyüş mekanına çok yakın oturuyorduk. Boğaza.... Her akşam beraber yürüyüş yapmaya başladık. Mart ayıydı... Nisan'a geldiğimizde kendimizi zinde hissediyorduk ama tatmin olamıyorduk. Bir gün yürürken koşmayı teklif ettim. O güne kadar 100mt bile koşmamış düz taban eşim :-) doğal olarak yapamayacağını iddia etti... 2-3 gün ısrar, o yürürken yanında aynı hızda koşarak falan ikna ettim. Bir gün 500 mt kadar yürüme hızında koştu... Ertesi gün onca zamandır yürümesine karşın bacaklarında ve kalçasında çalışmış olmanın emaresi olan o laktik asit acısı ile -et kesiği de denir kendisine- uyanınca anladı ki yürümek hakikaten yetersizdi... Ve biz koşmaya böylelikle başlamış olduk... Bu arada lise 2'de sarılık olup 2 sene boyunca doktor yasakladı diye koşmamış ve ondan sonra da askere gidene kadar hiç koşmamıştım. Askerde de sadece 1-2 hafta koşmuş ve aşırı yüklenmeden sürantrene olmuş ve koşmaktan iyice nefret etmiştim. Yani toplamda 21 senedir koşmuyordum... Öncesinde de sadece basket oynarken koşmuştum. Hayatım boyunca koşan biri olmamıştım.

Dönelim konuya... İlk günler 1 km kadar koşup 1 km kadar yürüyor sonra tekrar koşuyorduk. Git gide koşunun oranını arttırdık ve yaklaşık 1 ay sonra non-stop 5km koşabilir hale geldik. Tabi hızımız çok düşüktü. 1 km 8:00-8:30 dakika. Buna pace deniyor. İlerleyen cümlelerde bolca kullanacağım. Pace 1km mesafeyi aldığın süre...

O kadar mutluyduk ki... Koşmak kadar insanı mutlu eden başka bir spor yoktu sanki. Sonra internetten öğrendiğime göre koşmak Endorfin salgılanmasını sağlıyor ve mutlu ediyordu. Gerçekten doğruydu... Mutlu oldukça koştuk, koştukça mutlu olduk bu böyle devam etti ve biz sürekli mesafe arttırdık. Haziran sonunda 15km mesafeyi tek seferde koşmuş ve bitiş noktasına geldiğimizde kendimizi durduramadığımız için birbirimizi tutmak zorunda kalmıştık. Çok acayip duygular, tecrübeler yaşıyorduk.



İyice koşu meraklısı olmuştuk. Yazının başında belirttiğim gibi bizler modern görünümlü ama aslında ilkel bedenlerin içine hapsolmuşuz ve içimizde derinlerde varlığını sürdüren ilkel insanın alışkın olduğu şeyleri yapınca onu çok mutlu ediyoruz. Koşarak, kovalayarak, ateş yakarak mutlu olmamızın nedeni bu olsa gerek... Konuya döneyim... Evde sürekli internette koşu ile ilgili yazılar okuyor ve bilgimi arttırmaya çalışıyordum. Gerçi koşmak kadar basit bir şeyin ne kadar öğrenilecek detayı olabilirdi ki... Bir ayağını ötekinin önüne atıp ilerliyordun... Bu kadar basit. Ama forumlarda, bloglarda öyle acayip detaylardan bahsediyorlardı ki şaşırmamak elde değildi... Ufak bir çocuğun bile yapabildiği koşmak değil miydi bizim yaptığımız? Eveeet... Ama neler neler... Yok betonda koşmayın, betonun affı yoktur. Yok önce koşu formunu öğrenin yoksa sakatlanırsınız. Yok ayakkabı çok önemli... Yok kolları şöyle tut, başı böyle falan... oooooof of... Hepsini okudum ve geçtim... Koşu formunu hiç okumadım bile... Sanki atlet olacaktım da etkili koşmayı bilmem çok önemliydi. Beton da o kadar acımasız değildi. Tamam dizlerimizde hafif bir ağrı vardı, ama aylardır betonda koşmamıza rağmen gayet iyiydik.

Taaaa ki... Temmuz başına kadar. Birkaç gün önce eşim işyerinden koşucu bir arkadaşı ile konuşmuş ve betonda koştuğumuzu söyleyince "aman dizlerinize dikkat edin, beton dizinizi bitirir" uyarısını almış... Ne tesadüftür ki ertesi gün dizinde ağrı başladı :-)) Allahım... Boğmak istiyorum... :-) Nasıl sinirleniyorum nasıl, anlatamam... Psikolojik etkilerden falan bahsederken bende de aynı ağrı başlayınca usul usul sustum :-))) Merdiven inerken dizim boşalıyor gibi oluyordu. Ulan... Yoksa adamlar haklı mıydı? Beton... Eyvah eyvah... Hemen ayakkabı araştırmasına girdik. Bütün markaları geziyordum. Tabi mağaza çalışanlarının bilgisizliği de söz konusu olunca ben salak salak ortalarda dolanır model beğenmeye çalışır olmuştum. Alışmışız sektörden satılan ürünlerin tüm detaylarının kutusunda yazıyor olmasına, koşu ayakkabılarında hiç bir bilgi yoktu. Ne şok emme gücü, ne ayakkabının neresinde yalıtım olduğu, beton mu asfalt mı? Zaten Türkçe kaynaklarda da sıkıntı vardı. Çoğu bilgiyi İngiliz forumlardan veya bloglardan buluyordum. Yine araştırmalarım sırasında dizlerimizdeki ağrının "Runner's Knee" yani koşucu dizi denen bir rahatsızlık olduğunu anlamıştım. Hemen diz kapağının altında iç kısımda pis bir ağrıydı... Geçirmek için iyi yalıtımlı bir ayakkabı, toprak zeminde koşmak ve koşu formuna dikkat etmek tavsiye ediliyordu... Yine çıkmıştı karşıma... Koşu formu... İçten içe merak etmeme karşın inatla kendisini öğrenmemeye şartlanmıştım. Nedense bana çok gereksiz geliyordu...

 

Ayakkabı ararken kriterlerim şunlardı. İyi yalıtım, hafif, özellikle topuğunda şok emme yeteneğinin yüksek olması... Çünkü koşarken ilk topuğumuz yere değiyordu... Uzun araştırmalar sonucu eşime ve bana aynı ayakkabıdan aldık. Topuğunda hava yastığı, ön tarafında yalıtım, ne hafif ne de ağır bir model... Çok güzel bir duyguydu... Sanki uçuyormuşsun gibi...

 

Bu arada... Koşuyu uzunca bir süre devam ettirmek için bir neden bulmam lazımdı. Kış gelince koşmayı bırakabilirdik... Veya istediğimiz fitliğe ulaşınca da... İyi bir hedef bulmam lazımdı. Uzun süreli, ulaşılabilir, beni gelişmeye itecek, sürdürülebilir ve başarma duygumu yeterince ayağa kaldıracak bir şey... Aklıma Avrasya geldi... Gerçi TV'lerde gördüğüm görüntüler hiç cazip değildi, mangal yapanlar, horon tepenler falan ama en azından gerçekten koşan insanlar da vardı. 42km195mt... Maraton... Eşime ilk söylediğimde dalga geçti. Yine abartıyorsun, biz kim maraton kim... Saçmalama vs... Onu koşmaya ikna etmeye çalıştığım günler aklıma geldi... İyice düşündüm internette programları falan inceledim. Önümüzdeki sürenin ucu ucuna yeteceğini gördüm ve kararımı verip ikimizi de kaydettirdim. Programı bastım ve buzdolabının kapağına yapıştırdım... İşler iyice kızışıyordu. Program haftada 4 koşudan oluşuyordu. Cumartesi uzun mesafe, Pazartesi o koşunun recovery (iyileşme) koşusu, Çarşamba Interval, Perşembe intervalin recovery'si... Diğer 2 günde Cross Training (çapraz antrenman, bisiklet veya yüzme gibi) yapılacak... Interval'in ne olduğunu anlatmıyorum. Google'da bir sürü var. Bir de kalp monitörü aldım. Çünkü kalp ritmine göre antrenman şiddetlerinin ayarlanması gerekiyordu. Yoksa yetersiz veya aşırı çalışmış olabilirdim. Heart Rate Training prensiplerine göre çalışmalarımı yapmam gerekiyordu. Başka bir yazımda detaylı bir şekilde değinirim bu konuya...



Cicilerimle koşmaya devam ediyordum ama ağrılar pek geçmiyordu. Hatta bir de dizimin dış yan tarafında üst tarafta bir yanma acısı gibi acı başlamıştı. Aynı şey eşimde de olmuştu. Zaten o ana kadar bütün sakatlıklarımız beraber ilerliyordu. Yine ver elini internet... Bir kaç saat sonra yeni sakatlığımızın adını öğrenmiştim. IT Band Sendromu... Veya uzun adıyla İlio Tibio Band Sürtünme Yaralanması Sendromu. Bütün sakatlıklarımız da çok sosyetik isimler taşıyordu. :-))) "Runner's Knee, IT Band Sendromu"... Tabi yine Türkçe kaynak hak getire... Tedavisi: Koşmaya ara vermek, koşu formuna dikkat etmek... Yine çıktı karşıma... Koşu formu... Ama bu sefer sinirimi bozmuştu. Neydi lan bu koşu formu her yerden fırt fırt çıkıyordu karşıma... Bela gibi... Başladım araştırmaya... Okudum okudum okudum... Videolar izledim... Fotoğraflara baktım... Ve anladım... Hem de nasıl... Bunca zamandır görmezden geldiğim şey meğer işin temeliymiş. Her şeyin müsebbibi bu meretmiş. Dizlerimizdeki ağrı, yan taraftaki dayanılmaz acı... Meğer koşmak öyle sandığım gibi bir şey değilmiş... Buyrun bakın neymiş... (Tabi bu da İngilizce bir kaynaktan, Koşu formu gibi, her şeyin altından İngilizler çıkıyor. Maraton'un 42km yerine 42km195mt olmasının sebebi bile bu adamlar...)


KOŞU FORMU

En önemli konulardan biridir. Pek çok yeni koşucu, koşu formu konusunu profesyoneller için önemli olan bir konu olarak görür ki; bu tamamen yanlıştır. Koşu formu, her koşucu için çok kritik bir konudur. Pek çok açıdan yeni koşucular için bu konu çok daha önemlidir. Bu konuyu erken öğrenmek sizi etkisiz koşmaktan ve pek çok sakatlanmadan koruyacaktır. Eğer kötü bir koşu formunuz varsa hemen düzeltin. Bu performansınızı hemen yükseltecek ve yaralanmalardan koruyacaktır. Herkesin formu biraz değişkenlik gösterebilir. Dünyaca tanınan koşucularda bile pek çok değişik koşu formu görebilirsiniz. Bazıları hafifçe dizlerini kaldırarak koşarken bazıları dizlerini olabildiğince kaldırıp güçlü tekmeler atarcasına koşarlar. Bazıları hafifçe öne eğilirken bazıları tam dik pozisyonda koşarlar. Pek çok değişik koşu formu olmasına rağmen başarılı koşucularda ortak pek çok element vardır. Doğru koşu formu koşucuların doğuştan edindikleri bir nitelik değildir. Bu öğrenilen bir beceridir. 35 senedir koşan kişiler bile sürekli formlarında düzeltmeler yapmaktadırlar. Koşu mekanikleri oldukça karmaşık konular olup ileri seviye koşucular olmaya başladıkça daha da kritik olmaktadır.

Ayak teması:


En kritik konulardan biri koşarken ayağınızın ilk neresinin zeminle temas ettiğidir. Ya ilk parmaklarınız, ya parmak dibi, ya ortası ya da topuğunuz temas edecektir. Pek çok koşucu vücudunun önüne ayağını uzatarak ilk topuğunun yer ile temasına neden olmaktadırlar. Bu çeşit bir koşu çok verimsiz olup uzun bir sakatlanma listesine neden olabilir. Topuğunuzun üzerine indiğiniz zaman bacağınız vücudunuzun önünde gergin ve düz bir durumdadır. Gergin bacak ve kuvvetli topuk teması kombinasyonu topuğunuzdan dizinize ve kalçanıza ilerleyen şiddetli etki uygulamaktadır. Dengesiz kuvvetler diz, bilek ve kalçanızda acı ve sakatlanmaya neden olur.

Topuk inişinin diğer anlamı aşırı büyük adım attığınızdır. Her attığınız adımda vücudunuzun ilerisine erişiyorsunuz. Her seferinde topuğunuza ineceksiniz ve koşuya ara vermiş, fren yapmış olacaksınız. Bu arabanızı aynı anda hem gaz hem de fren pedalına basarak kullanmaya benzer. Fazla enerji harcayarak eğitim koşunuzu olması gerektiğinden çok daha zor duruma getiriyorsunuz. Topuk üstüne inerek koşmak uzun mesafe koşucular için uygun bir koşu şekli değildir. Yukarı ve aşağı yönlü pek çok harekete neden olarak calf kasınıza çok fazla yük binmesine neden olur.

Uzun mesafe koşucuları için en uygun iniş noktası kalçanızı tam altı ve ağırlık merkezinizin altı olan noktaya iniş yapmaktır. Parmaklarınızın arkasına veya tam düz tabanınıza inebilirsiniz. Ideal iniş noktası küçük parmağınızın tam arkasındaki ayak kenarınıza doğru inmektır. Bu durumda ayağınız doğal olarak içe doğru yuvarlanarak topuğunuzun üstüne inecektir. Hafifçe içe doğru yuvarlayarak inmeye içe basış denir ve koşu sırasında ayağınıza tampon olur. Ancak aşırı içe yuvarlayarak basma da sakatlanma nedeni olabilir.


Postür:


Pek çok eğitmen hafif de olsa öne veya arkaya eğilmeden dik ve doğru bir vücut ile koşulması gerektiğini savunur. Bu başlarda uygun olabilir ama ilerleyen zamanda sırt ağrılarına ve bacak sakatlanmalarına neden olabilir. Eğer TVde usta koşucuları seyrederseniz sanki enerji harcamadan yorulmadan zorlanmadan koşuyorlarmış gibi görünürler. Yolun üstünde akıp gidiyor gibi... Hemen hemen hepsi doğru ve dik bir vücutla koşarlar ama hafiften öne eğilirler. Bu hafif öne eğiliş onlara tam olarak dengeli postürü sağlar. Denge anahtar kelimedir. Her zaman vücudunuzun üst bölümü kalçanızın üstünde dengedeymiş gibi hissetmelisiniz.

Durduğunuz yerde vücudunuzu dik tutun ve dengeye ulaşın. Şimdi öne hafiften eğilin. Düşmeye yakın bacağınızı öne atarak kendinizi tutarsınız ya, işte koşmak da aynıdır. Eğer koşarken vücudunuzu dik tutarsanız artık öne düşme eğiliminde olmayarak ileri gitmek için bacağınızı öne atmak ve kendinizi çekmek zorunda kalırsınız. Bu da koşunuzu verimsiz, çok daha zor ve başarısız yapar.

En etkili duruş gögüs dışarda omuzlar geride ve aşağıda hafif öne eğilmektir. Çok eğilirseniz tökezleme etkisi ile şiddetli adım basmış olursunuz.

Kalçanızı öne doğru itmeye çalışın. Duvara yüzünüz dönük yaslanırken kalça kemiklerinizi değdirmeye çalışırken yaptığınız gibi. Kalçanız ileride koşmak dizlerini daha kolay kaldırmanızı sağlayacaktır.

Diğer bir sık yapılan hata "Kovada oturma" hatasıdır. Bu daha çok yeni başlayanlarda yaygındır. Bu kalçanın hafiften geri itilerek oturacakmış gibi durmasıdır. Bu bacaklarınızın çok az bir itme kuvveti sağlayacak şekilde vücudunuzun önünde durmasına neden olur. Kalçanızı ileriye itmek bu bozukluğu hemen düzeltecektır.

Vücudunuzu mümkün olduğunca rahat ve gevşek tutun. Kaslarınızdaki gerilim sizi yavaşlatacak ve daha çok çalışmanıza neden olacaktır. Omuzlarınızı, çenenizi ve bedeninizi gevşek tutmaya özen gösterin.

Adım Uzunluğu:


En sık rastlanan form hatası uzun adımdır. Uzun adım atmak koşu hızını ve etkinliğini arttırmayacaktır. Tam tersi gerçekleşir. Uzun adım vücudunuzun önüne erişerek topuklarınızın üstüne inmenize neden olur. Bu da daha önce bahsettiğim fren etkisine. Uygun bir adımda ayaklarınız her adımınızda vücudunuzun altınada yere temas etmelidir. Hızlı ve hafif adımlarla koşmaya konsantre olmanız lazım. Ayaklarınız vücudunuzun ağırlık merkezinin hemen altında çalışan bir çark motoru gibi dönmeli. Aşırı adım bir form hatasıdır ama hızlı koşmak için adımlarınızı vücudunuzun önüne geçirmeden mümkün olduğunca büyük atmalısınız.

Büyük adımlar atın vücudunuzu öne eğin düşme eğilimini arttırın ve ön ayağınızı vücudunuzu yakalayarak ilerleyin. Böylelikle fren etkisi olmadan ilerleyebilirsiniz. Ayaklarınızı fazla öne atarsanız topuklarınızın üstüne inerek fren etkisine maruz kalır ayrıca sakatlanırsınız... Unutmayın...

Adım Mekanikleri:


Bütün efforunuz ileri yönelmeye odaklanmış olmalı. Çok az bir aşağı ve yukarı hareket olmalı... Koşucular aşağı yukarı yaylanıyorlarsa gereksiz enerji harcıyorlar demektir. Ayrıca eklemlerine gereksiz yük bindiriyorlar... İleri doğru kayıyormuş gibi hissetmeniz lazım. Başınızın üstünde bir şey taşıdığınızı hayal edin. Koşarken o şey düşmemeli...

Adımlarınız hızlı ve hafif olmalı. Koşarken birini gizlice takip ettiğinizi hayal edin. Adımlarınız hafif ve sessiz olmalı. Eğer adımlarınız ağır ve sesli ise ya çok fazla yukarı aşağı hareket yapıyor ya da çok fazla öne eğiliyorsunuz demektir.

Uzun mesafe koşarken dizinizi fazla kaldırmanıza gerek yok. Diz kullanarak koşmak sprintlerde veya final çizgisine yaklaşırken olabilir. Fazla kaldırılan diz uzun süre dinlenme gerektiren enerji kayıplarına neden olur. Diz kaldırma çok defa yanlış anlaşılan bir kavramdır. Pek çok insan diz kaldırmayı yaylanma ve fazla enerji sarfiyatına neden olan "düz olarak yukarı kaldırma" olarak anlar. Doğru diz kaldırma dizini ileri itme olarak algılanmalı yukarı değil. Dizi ileri itmek etkin bir hızlanma sağlayacaktır.

Ayak hareketiniz sırasında öndeki ayağınızı hafifçe geri çekin ve zeminle birlikte altınızdan geri kaymasını sağlayın ve hemen akabinde yer temasını keserek öne alın böylelikle kesintisiz çark hareketini devam ettirebilirsiniz. Espri konusu olarak "Road Runner" gibi koşmayı örnek gösterebilirim.

Kollar:


Kol hareketinin ana amacı dengeyi ve bacaklar ile koordinasyonu sağlamaktır. Kollar vücuda yakın ve rahat bir şekilde tutulmalıdır. Aşırı hareket ettirmekten kaçınınız. Bilekleriniz ve omuzlarınız rahat olmalıdır. Yumruklarınızı sıkmayınız. Elleriniz rahat bir pozisyonda durmalıdır. Ellerinizde kelebek tuttuğunuzu hayal edin. Kelebeğe zarar gelmesin. Ellerinideki herhangi bir sıkma bütün kolunuzu etkileyecektir.

Kol savurma sırasında elleriniz göğüs hizasından yukarı ve vücudunuzun ortasından öbür tarafa geçmemelidir. Dirsekler yaklaşık 90 derece tutulmalıdır. Kolları ileri fazla savurmak aşırı adım atmaya neden olacaktır. Kolları kullanmak için tek yön; geriye doğru olmalıdır. Dirseklerinizi geriye savurarak koşmak size hızlı, hafif ve verimli adımlar sağlayacaktır.



 
Bir de video'yu izleyelim...
 
 


İşte bööööyleeeee... Meğer son derece detaylı bir konuymuş koşmak. İlginçtir ki, çocuklar ve yalın ayak koşan yetişkinler %100 doğru koşuyorlar. Koşu formumuzu giydiğimiz ayakkabılar bozuyor. Aslında çim zeminde yalın ayak koşarsanız göreceksiniz ki, tamamen doğru koşuyorsunuz.

Görev belliydi. Yeni bilgiler ışığında kendimi düzeltmek... Yaklaşık 1 hafta sürdü, sırt kaslarımda biraz acı, hafif bel ağrısı (bende fıtık var ondan) ve bazı bacak kaslarımda sanki aylardır koşmuyormuşum gibi acıyla büyük oranda formu uygular olmuştum. 2. hafta iyice alıştım ve acılar da bitti... Öncesinde 6.08'in altına düşüremediğim pace'im, rahat bir şekilde 5:15 hatta 5:00'lere düştü. İnanamıyordum. Yolda kayar gibi ilerliyor ve hiç zorlanmıyordum. Dizimin yanındaki IT band ağrısı 1. hafta sonunda, dizimin içindeki ağrı ise 2-3 hafta sonra bitti. Meğer affı olmayan beton değil, betonda yanlış formda koşmakmış. Bütün şok yukarı çıkamadan ayak bileğimde zararsızca yok oluyor ve hiç zorlanmadan kilometrelerce koşabiliyordum. Bu arada yeni ayakkabımın topuğundaki yastık son derece gereksiz bir aksesuar gibi olmuştu. Çünkü artık topuk koşucusu değildim. İngilizler "Heel Striker" diyor...

Bu arada eşimin sakatlığı benimki kadar hızlı iyileşmedi. Onda bir de yerini tam tarif edemediği bir acı vardı. Genel bölge olarak calf kasının dış yanını gösteriyor ama tam nokta veremiyordu. Her gün aynı mesafede acı başlıyor ve kısa sürede dayanılmaz hale geliyor, ancak yürümeye geçer geçmez acı da bitiyordu. Böyle şey olur muydu? İnsan acının tam yerini bilmez mi? O kadar şiddetli bir acı nasıl bir anda biter. Neyse, bir ortopedi merkezine gitti. MR, Röntgen vs'den sonra bir şey tespit edilemedi. Klasik; koşmayı durdurun, dizinizi kırmayın vs zırvaları tavsiye edildi. Bir kaç hafta dinlendikten sonra tekrar denedik, kabus yerinde duruyor. Sonra daha uzun süre dinlendi ama hep yerinde hep yerinde.... Aylar sonra yine internetten ne olduğunu bulana kadar kabusumuzun adını bile bilmiyorduk. Bir gün Londra maratonu ile ilgili bir yazı okurken garip isimli bir sakatlık gözüme çarptı. Meraklı bir kişilik olarak ne olduğunu okudum veeee bingo... Tam Pınar'ın tarif ettiği gibi... Garip ama gerçekmiş... Adı da Kronik Kompartman Sendromu... Bu da şık ama sosyetik değil... Tren yolcusu gibi... Kompartman sendromu... Daha sonra detaylı anlatırım. Özetle kasın hızlı büyümesi nedeni ile kılıfına sığmayarak sıkışması, damarların ezilmesi, tam oksijenlenememesi ve kanamaya başlaması... Koşmaya başlayınca çalışmaya başlayan calf kası büyümeye başlıyor. Koşmayı durdurunca da küçülüyor ve acı bitiyor... Gerçekten tuhaf, gerçekten gerçek. Daha tuhafı o muhterem ortopedistin bunu bilmemesi. Çünkü bu herkeste olabilirmiş, özellikle kaza geçirenlerde... Bacağını sehpaya bile çarpsan olabiliyor. Neyse, üzülerek eşim beni maraton çalışmalarında yalnız bıraktı... Durumu kabullenmekten başka yapacak bir şey yok...


Maraton programıma kaldığım yerden devam etmem gerekiyordu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı ve sanki hiç gelmeyecekmiş gibi görünen 21km ve üstü koşulardan oluşan son 6-7 haftalık periyod geldi. İlk 21km koşumdan sonra öyle yorgun hissediyordum ki, arabayı zor kullanıp eve zor girmiştim. Ertesi hafta 26 koşacaktım. Sonraki hafta ise 32. Sonra 26, 32, 32, 21, 15 veeeee bingo... Maraton. Kullandığım program ilk maratonu sağ salim bitirme fokusluydu ve koşulan en uzun antrenman mesafesi 32km'ydi. Ana felsefe "32km koşan ne yapar eder o gün 42km'yi de koşar" :-) Nasıl ama.... Yerli yabancı bütün kaynaklarda bu tavsiye edilince doğru olduğunu umup kabul etmekten başka çare kalmamıştı. 32km denen mesafede meşhur "Duvar" vardı ve sonrasındaki mesafelerde sakatlanma riski çok artıyordu.

Biraz da duvardan bahsedeyim:
Normalde kaslarımızın içinde depolanmış Glikojen depoları var. Koşarken yediklerimizden elde ettiğimiz ve kanımızda dolaşan glikozu yakarken son olarak da bacaklardaki Glikojen depoları kullanılıyor ve bu genelde 30-32km mesafesine denk geliyormuş. Sonrasında sadece kandan gelenlerle idare ediyorsunuz... YouTube'da bir sürü duvara çarpmış koşucu videoları var. En meşhurlarından biri Ironman koşan iki bayanın videosu...



Çekoslovak maratoncu Emil Zapotek'in bir lafı var: "Eğer kazanmak istiyorsanız 100metre, Eğer yeni bir hayat deneyimi tatmak istiyorsanız maraton koşun"... İlk okuduğumda anlayamamıştım. Ne kadar farklı bir hayat deneyimi olabilirdi ki? 32km koşuları geldiğinde yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. İlk 26 koştuğum gün yanıma yol boyunca tüketmek için enerji jeli falan almamıştım. Ne de olsa 26 koşuyordum, 32 km duvarına yaklaşmayacaktım :-) Ah ah... Oğlum. O duvar maraton koşucuları için geçerli. Adamlar 2 saatte bitiyorlar. Ya sen? İlk 21km'mi 2saat 10 dakika'da koşmuştum :-) Benim duvarımın bu nedenden dolayı 32km'de değil de 22.km'de olduğunu çarptığımda anladım. Her gün aynı route'u kullanarak koşuyordum. Sarıyer Deniz Subay Orduevinin yanından başlayıp sahilden Bebek'ten sonraki benzin istasyonunun oraya kadar olan mesafe 16km. Git gel 32km... Koşacağım mesafeye göre dönüş noktalarım var. 26 için Rumeli Hisarı girişi FSM altı, 21 için İstinye sonrası Emirgan yolundaki Karadeniz Ticari bilmemnesinin olduğu yer, 16 için Yeniköy girişi, 10 için Tarabya otelinin önü, 8 için Kireçburnu'ndan sonraki ışıklar vs vs... O gün 22.km tam Tarabya Burger King'in önüne denk gelmişti... Bitmiştim, dünya gözüme farklı görünüyordu, sesleri ve görüntüleri zor algılıyordum. Bacaklarım sanki 50'şer kilo olmuştu, sırtımdaki, karnımdaki, kollarımdaki acıların tarifi mümkün değildi. Ulan dudaklarım bile acıyordu. Ve daha 5km vardı. Ağlama noktasına yakın bir noktada, inlemenin bin bir çeşidini yaparak ve kendimi motive etmek için uğraşarak bitirdim. Eve gidip 3 saat uyudum. Ne duvarmış be... Anlatılmaz, yaşanır derler ya... Ertesi hafta da 32 koşacaktım. ve aklım hiç almıyordu. Tek tesellim o gün aldığım ders... Enerji jeli almadan koşma!

Uzun incelemeler ve hesaplamalardan sonra 8km'de bir tane yutarak 32km koşmak üzere hazırdım. Orduevinin orada bastım düğmeye ve koşmaya başladım. 8.km'de 1 tane yuttum. Tadı da çok güzel... 9 olduğunda bağırsaklarımda bir baskı hissetmeye başladım. Şimdi geçer dedim. 10.km'de İstinye Devlet hastanesinin önünde öyle bir hale geldim ki, bir adım atmak için bacağımı ayırsam altıma yapacağım. Endişeli ve çaresiz gözlerle etrafıma bakarken camiyi ve tuvaletini gördüm. Ulan bunca zaman sonra işim düştüğü için camiye yönelmek utanç vericiydi ama o anda cami tuvaletinin tek alternatifi altımdı... Krizin geçmesini bekledikten sonra yürüyebilir hale gelip camiye doğru yöneldim. Allah o camiyi oraya dikenden razı olsun :-) Çıktığımda kuşlar gibi hafiftim ve koşuma devam ettim. Duvar muvar yaşamaksızın bitirdim. Allah o jelleri icat edenden de razı olsun. Yine yorgunluktan yatak döşek yattım ama ilk defa 21 koştuğumdakinden kötü değildim. Bu arada yeni dersimi de almış olmuştum. Ertesi gün uzun koşun var ise oturup 1 bütün palamutu yeme! Sonra o palamut çıkacak yeri bulur :-)  Sen en iyisi katı bir şey yeme!

Ertesi hafta 26 vardı. Bakalım nasıl olacak? Kahvaltı yapıldı, öğütülmesi için 2 saat beklendi, tuvalete girildi, jeller de hazır... İstikamet sahil... 15 gün önce beni bitiren 26km bu sefer rüzgar gibi geçti mi? Duvar yok, tuvalet yok, süreler git gide kısalıyor. Ben git gide başlangıçta sadece bitirmek olan maraton hedefimi; 4 saatte bitirmek, 3 saat 50 dakika, 3 saat 40 dakika diye güncelliyorum ve çok mutlu oluyorum.

Sırada yine 32 var. Sabah kalktım, kahvaltımı yaptım. Salona geçtim 2 saatin dolmasını bekleyecektim ki hava birden deli gibi açtı, dışarısı nasıl sıcak nasıl anlatamam. Aklıma duvara çarptığım gün yaşadığım sıcak geldi. Hava iyice ısınmadan çıkayım dedim. Kahvaltıdan 45dk sonra koşmaya başlamıştım. 8.km'de midemde bir bulanma hissetmeye başladım. Jeli aldım, hızımı biraz düşürdüm 1-2 km sonra geçti. Tekrar hızımı artırdım. Bebek dönüş yerinden döndüm, Rumeli Hisar'ında Kale Cafe'nin önündeyken midem birden bire bir coştu, kendimi yoldaki metal kapaklı çöp kovasının başına zor attım. Bir yandan çıkarıyorum bir yandan da cafede kahvaltı edenlerin durumunu düşünüyorum. Çok utanç verici. Uzun süren kasılmaların sonunda çıkacak bir şey kalmadı ve bitti. 1-2 dk bankta oturduktan sonra düzelirim umudu ile koşmaya devam ettim. Cafedekilerin gözünden: Psikopatın biri kusana kadar koştu, sonra da devam etti :-) Geri kalan 13km midemin alt ve üst ucunun gerilme acısı, karın ağrısı ve halsizlikle berbat bir pace yaparak bitti. Hop sana bir ders daha. Tok karnına spor yapılmaz! Garip olanı ben bunu biliyordum. Ama yaşamamıştım. Hop dönelim yazının başına... Yok dönmeden devam edelim.

Artık alacak ne ders kalmıştı bilmiyorum. Kendimi yeniden keşfetmiştim... Emil abinin ne demek istediğini artık çok iyi anlıyordum. Bundan öte bir hayat deneyimi olabilir miydi?

Sonraki haftaları sorunsuz şekilde hallettikten sonra artık mesafelerin kısaldığı ve dinlenme moduna girilen son iki haftaya girmiştim. Kendimi mayın tarlasından sağlam geçmeyi başarmış asker gibi hissediyordum. Bütün hepsini atlatmış ve işin sonuna gelmiştim...

Bu arada artık içki ve kahve eşliğinde içtiğim sigaraları da kesmiş ve hayretle haftada en fazla 4-5 adet olan sigaranın bile ne kadar büyük fark yarattığını görmüştüm. Bariz şekilde nefesim yeter olmuştu...

Sanıyorum tam 7 gün falan vardı; bir sabah kalktım ve topuklarımda daha önceleri de hafif hissettiğim acının çok şiddetlisiyle karşılaştım. İlk 3-4 adımı çok zor atmama rağmen tuvaletin kapısına ulaşmadan geçmişti. Ertesi gün daha beterdim. Gün içinde hiç sorun yoktu. Sadece kalktığımda ilk metreleri zor yürüyor, uzun süre hareketsiz oturduğumda da ona yakın bir acı oluyordu. Tanıştırayım efendim. Yeni dostumuz: Achilles Tendonitis... Kendisi kısa sürede çok koşmaktan mütevellit bir sabah eşlikçisi, sizi tuvalete kadar geçiriyor sonra yok oluyor. Ama ilerleyen aşamalarda gün boyu yanınızda takılabilirmiş. Kurtulmanın tek yolu koşmayı durdurmak veya yeni bir ayakkabı edinmek... Maratona 4-5 gün kalmışken olur mu ? Olmaz... Allahtan son 2 günde biraz şiddeti azaldı. Maraton günü sabah yine beraberdik :-) Kendisi yanımda değildi ama endişesi gün boyu yanımda olacaktı...


Büyük gün gelip çatmıştı... Herşey hazırdı... Jellerim, kalp monitörüm, tuvalet kağıdım :-) (neme lazım)... Sabah 5'te kalktık. Kahvaltı ettik... Yanımda eşim...  Geçen hafta keşfe gidip tespit ettiğim uygun park yerine doğru arabayı sürmeye başladık. Yollar 7'de araç trafiğine kapanacaktı. Saat 6:50'de Sultanahmet meydanı yanındaki otopark'a arabayı park ettik ve köprüye kalkan servislere binmek üzere Yerebatan Sarnıcının oraya doğru yürümeye başladık. Otellerden akın akın çıkan rengarenk giyimli yabancıları görmeniz lazımdı. Avrupa'nın hatta dünyanın her yerinden gelmişlerdi... Ne güzel bu kadar insanın aynı amaç için beraber aynı yollardan geçiyor olması... Zar zor kendimizi bir otobüsün içine atabildik, kalabalığı görünce saygı dolu Avrupa'lılar bizim Metrobüs duraklarında birbirini ezen vatandaşlarımızdan daha beter olmuşlardı. Pınar bir köşeye ben bir köşeye sürüklendik :-) Ama neşeliydik. Otobüste nefes alacak yer yoktu. Ama herkesin yüzü gülüyordu. Unutamadığım bir an... Köprü sapağından girdiğimizde köprüyü gören yabancılardan çıkan "waaaaav, ooooo," türü seslerdi. Gerçekten büyüleyici görünüyordu. Sabaha kadar yağan yağmurun ardından bulutların arasındaki boşluklardan sızan güneş ışınları net ve tertemiz boğaz manzarasında köprüye vuruyordu. Kartpostallık görüntüydü...

Sonunda start alanına ulaşmıştık. Daha starta yaklaşık 1:30 saat vardı ve soğuğun da etkisi ile tuvaletim gelmişti. Sıraya girip taşınabilir tuvalete girdim. Porty Porta da diyorlar. Hayatımda ilk defa giriyorum. Allah bir daha düşürmesin :-) Mavi bir su ve içinde dünyanın çeşitli yerlerinden derleme dışkılar... Zar zor yaptım ve çıktım... Sonra biraz ortalarda gezindik, videoda kullanmak üzere çekim falan yaptık ve üşüdüğümüz için otobüslerden birine sığınmaya karar verdik. Gidip en iyi otobüsü bulmuşuz. Elitlerin otobüsü. Biz içerdeyken bir sürü Kenya'lı gelmesin mi... Yarışı kazanacak olan Steven Chibagut ile de bu şekilde tanışma fırsatını yakalamış olduk. Adam küçücük... Bacakları kırıldı kırılacak... Yolda görseniz acırsınız haline... Bir de inanılmaz mütevazi... Kenya dilinde tek bildiğim şey olan "Hakuna Matata" dedim ve hepsi çok mutlu oldular... Daha önce Kenya'ya gittiğimde de aynı şeyi gözlemlemiştim. Hepsi çok sıcak ve samimi insanlardı. Sizi selamlarken Jambo diyor ve beyaz dişlerinin tamamını sonuna kadar açıyorlardı :-) Adam o kadar uzak yerden gelmiş, o imkansızlıkların içinde doğmuş ama nelere nelere sahip binlerce Avrupa'lıya birazdan nal toplatacaktı. Çok enteresan... Çooook... İyi bir çalışma ile desteklenmiş genetik faktörlerin ötesine geçmek çok zor...



Start anına 15dk kala dışarı çıktık ve fark ettim ki yine tuvaletim gelmiş... Soğuktan herhalde... Bu sefer portable tuvalete değil çimenlere gittim. Hem hızlı hem de daha temizdi :-) Orta bölümlerde yerimizi aldık. Önümüzdeki Alman kadın Antalya'dan aldığı dansöz şalını beline bağlamış oriental esintiler eşliğinde koşacaktı :-) Yavaş yavaş heyecanlanmaya başladım. Ama anın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Uzun sürecek bir mücadele beni bekliyordu. Derken start verildi. Start noktasındaki pede basmadan bireysel süren başlamıyordu o nedenle bütün kalabalık sakin sakin ileri doğru yürüyordu. 2 tane Türk arkadaş bunu bilmiyor olacak ki herkese omuz ata ata geçmeye çalışıyorlardı. İnsan biraz sağına soluna bakar. Bir kişi bile koşmuyor! Start çizgisinden geçen koşusuna başlıyordu. Geçtik ve start verildi... İlk metreleri eşimle birlikte koşmaya çalıştım. Ona köprüyü geçene kadar eşlik edecek sonra da devam edecektim. Sakatlığı nedeniyle biraz koşacak, biraz yürüyecek Sultanahmet At Meydanındaki finiş alanına ulaşacaktı. 15km ve maraton bitiş yeri aynı... 8 km ise Tophane önünde bitiyor. Neyse koşuya hafif bir yokuşla başlamak farklı geldi. Daha önce interval çalışmalarımda çok dik yokuşlarda çalışmıştım ama son 4 haftadır sakatlanma korkusundan yokuş intervallerini bırakmıştım. Beşiktaş sapağından girerken yüzlerce adam yol kenarına çiş yapmakla meşguldü. Benim de biraz gelmişti ama idare edebilirdim. Yıldız'a kadar devam eden hafif eğimli yokuş göründüğünden çok daha yorucuydu. Sonrasında da Barbaros bulvarından aşağıya koşmak cabası. Yokuş aşağı kolay koşulur gibi geliyor ama öyle değil. Dizlerinize gerçekten yük biniyor... Yokuşun orta yerinde bunca zamandır başıma gelmeyen geldi. Ayakkabımın bağı çözüldü. Murphy'i andım... Neyse, bağlayıp devam ettim. Allahtan daha başlardayız... Sonra Karaköy'e doğru yöneldik. Her 2.5km'de bir su istasyonu vardı. Su istasyonlarında çalışan arkadaşlar suları kapalı olarak veriyorlardı. Bir kaç kişi uyardı herhalde sonra açık vermeye başladılar. Karaköy'den Feshane yönüne döndük. Manzara ve hava süperdi. Çok şanslıydım. O ana kadar hiç bir antrenmanımda yağmura yakalanmamıştım. Maraton günü de tam yarış öncesi durmuştu yağmur...

 
Feshane'den döndükten sonra Unkapanı sapağına doğru devam ediyorduk. O ana kadar ilginç hiçbir şey olmamıştı. Ta ki Balat'ta koşanlara su istasyonlarında su dağıtan çocukların taklidini yaparak sigara ikram eden gençlere kadar... :-) Sonrasında Fatih kemerlerine doğru tırmanışa başladık. O ana kadar topuğum sorun çıkarmamıştı. Tam Haşim İşcan'dan aşağıya doğru koşuyordum ki topuğum ilk arızasını çıkarmaya başladı. Sanki topuğumda hava varmış ve ayak bilek kemiğime doğru geçiyormuş gibi bir his... Öyle korktum ki... His ayağımı arkada kaldırdığımda oluyordu. Acı değildi... Bir müddet küçük adımlarla devam ettim. Yenikapı sahile yaklaşırken öncü aracı gördüm. Ataköy yönünden Sultanahmet'e doğru sahilde devam ediyordu. Lider hemen arkasında olmalıydı ve oldu da... Süliyetinden Steven olduğunu tahmin ettiğim bir Kenya'lı uçarcana adımlarla ilerliyordu. Öyle bir görüntüydü ki çok duygulandım. Koş koşşşş diye bağırmaya başladım... Ben henüz yolu yarılamamıştım ama o bitişe sadece 3-4km mesafedeydi. Müthiş bir başarı... O gazla devam ettim...

Ara sıra normal koşmayı deniyor ve aynı hissi hissediyordum. Hava kabarcıkları. Ataköy Gelik Restaurant'ın önündeki dönüşten sonra yorgunluğumu hissetmeye başladım. Çişim de iyice gelmişti. Yenikapı'ya kadar dayandım, orada durup yapmak zorunda kaldım. Bir ara piknikçi teyzelerden birinin yanından geçtim. Teyze gaza gelmiş koşuyordu. Aman dikkat edin çarparlar düşersiniz dedim. Bağırarak "Bana bir şey olmaz evelallah, hepinizi geçerim ben" dedi. Teyzeyi kendi haline bırakıp devam ettim. Millet dökülmeye başlamıştı. Çok formda görünen bir sürü adam yollarda telef olmuştu :-) Ambulanslar geziyordu. Gelik dönüşünden beri güçlü bir kafa rüzgarına karşı koşuyorduk. Kilometreler iyice uzun gelmeye başlamıştı. 32 sonrasını ilk defa yaşıyordum. Ama edindiğim tecrübeleri yarışa çok iyi aktarabildim. Su içmek, jel almak, nabız kontrolü gibi konuları çok iyi uyguladım. Gayet iyiydim. Ama yorulmuştum. Sarayburnu'nda yol yokuş olup Gülhane'ye doğru dönmeye başladı. Zemin Arnavut kaldırımı ve bilek stabilizasyonu o yorgunlukla çok zor. Yokuş öyle zor geldi ki... Zaten çoğunluk yürüyordu. Bu noktada acaba yürüsem mi sorusu daha yüksek sesle duyulur olmuştu zihnimde... Ama hedefim hiç yürümeden bitirmekti... Bu kadar kolay vazgeçmezdim. Geçmedim de...

Zar zor ilerlerken t-shirtünde Urfa falan yazan bir abinin gerçekten çok zor durumda olduğunu gördüm. Yanına yaklaşıp dayan abi son km dedim. Aslında ben bitmek üzereydim :-) Abi 10. maratonunu koşuyordu ama ilk Avrasya'sıydı. Çok zormuş bu Avrasya deyip duruyordu. Bacaklarımıza Laktik asit çökmüştü ama devam ediyorduk. Beraber aynı ritimde koşmaya, yokuşu tırmanmaya devam ettik. Yokuş bitmiş ve ikimiz de kurtarmıştık... Artık gözlerim finiş çizgisinde beni bekleyen eşimi arıyordu. Ve gördüm. Öyle mutluydu ki... Beni görünce bağırmaya başladı. Ben de mutluluktan ağlayacak gibi oldum. Ama ağlamadım :-) Birbirimize sarıldık ve bir kaç dakika öylece kaldık. Zaten finiş alanı o kadar kalabalıktı ki ilerlemek de zordu. Bir torba içinde madalyon, muz, çikolata ve meyve suyu verdiler. O kadar koştuktan sonra madalyonunu torba içinde almak çok kötüydü... Ama her şeye rağmen ilk maratonumu bu şekilde bitirmek çok büyük mutluluktu... Hiç yürümeden, duvara çarpmadan, topuğa rağmen ilk maraton için iyi bir sürede. 4:05:59... Bu arada Steven 2:11:05...



Çoğu insan ilk maratondan sonra bir daha asla der ama kısa süre sonra tekrar koşmaya başlarmış. Ben 1 saat sonra yeni maratonun planlarını yapmaya başlamıştım. Runtalya... Artık kendimi tam bir atlet gibi hissediyorum. 83 kilo başladığım yeni spor hayatım 72 kilo ve %5 yağ oranı ile devam ediyor. Tam gaz... Durmak yok. Hep yeni hedeflere koşacağım. Umarım seneye Avrasya'yı eşimle birlikte bitiririm. Bu en büyük spor dileklerimden biri...

Diğer hedefim de 2 sene sonra yani 40'ımda Ironman koşmak. Şimdiden antrenmanlara başladım. 4km yüzme, 180km bisiklet ve 42km koşudan oluşan dünyanın en zorlu dayanıklılık mücadelelerinden biri... Triatlonun şahı :-)


Biraz uzun oldu ama büyük mücadeleler sonucu elde edebildiğim pek çok bilgi, benim gibi koşu sporuna merak sarmış acemilere rehberlik edebilir diye umuyorum. Bir kişi bile bu sayede sakatlıktan korunsa veya performansını ileri taşısa çok mutlu olacağım...

 

8-9 ay önce Adım Adım oluşumunun kurucusu Itır Erhart bizim şirkete oluşumu anlatmak üzere gelmişti. Sunumu hayretler içinde seyrettim. Çeşitli sivil toplum kuruluşları (TEGV, TOFD, TOG ve Buğday) için koşarak yardım topluyorlardı. Yardım toplama kısmı tamam da bunun için koşmaya ne gerek vardı? Niye bu eziyeti kendilerine yapıyorlardı. Benim gibi hiç koşmayan biri için akıl almazdı. Koştukları mesafelerden bahsediyorlardı. 21K şurada, 42K burada... Arabayla bile 42km gitmek eziyetken... Kafam almamıştı. Neyse aradan bir kaç ay geçti ve ben koşmaya başladım. Adım Adım Oluşumunun her ayın ilk Cumartesi sabahı 9:30'da Belgrat Ormanlarındaki Neşet suyu koşu parkurunda koşusu oluyor. İlk topluluk içinde koşuşum orada olmuştu ve aldığım keyif beni maraton koşmaya iten unsurlardan biriydi. Bu vesile ile Adım Adım ve Itır Erhart'a da çok teşekkür ederim. Artık ben de koşularımı yardım toplamak için değerlendirir oldum. :-))) Bir öğretmen eşi olarak TEGV'nı destekliyorum. Adım Adım'ın ana prensibi paraya dokunmamak. Bizler koşuyoruz ve sizler kendi adınıza bağış yaparken sadece size bu bağışı yapmak için ilham veren organizasyonun ve koşucunun adını belirterek ölçümlemeye yardımcı olmuş oluyorsunuz.  "AA EKUCUKGIRGIN, ADINIZ SOYADINIZ" gibi... AA Adım Adım'ı simgeliyor. Sonraki Koşucunun kodu, sonraki de sizin adınız...

Bağışlanacak her 80 TL Van’daki bir çocuğun Öğrenim Birimindeki eğitimlerden yararlanmasını sağlayacak.
TEGV “Bakanlar Kurulu kararıyla vergi muafiyeti tanınan vakıf” statüsündedir
Detaylar için: http://www.adimadim.org/aategv-desteklenen-proje-ornegi/

Havale yaparken açıklamayı aşağıdaki gibi yapabilirseniz takibi daha kolay olur.

ACIKLAMA : "AA EKUCUKGIRGIN, ADINIZ SOYADINIZ"
HAVALE VE EFT ICIN TEGV BANKA HESAP NUMARALARI
BANKA ADI :YAPI KREDI BANKASI (TL) ( 0067 )
ALICI ADI:TURKIYE EGITIM GONULLULERI VAKFI
SUBE: BEYOGLU OZEL BANKACILIK MERKEZI (410)
HESAP NO: 1000000
IBAN: TR74 0006 7010 0000 0001 0000 00, SWIFT KOD: YAPITRIS

Kredi kartı ile bağış için http://www.tegv.org/kredi-karti-ile-bagis
TEGV PAYPAL HESABI: http://www.tegv.org/aapaypal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder